Teşkilat-ı Mahsusa ne bir istihbarat örgütü ne bir casusluk birimi
MİT arşivini de kullanarak Türk istihbarat tarihini yeniden yazan Dr. Polat Safi, Teşkilat-ı Mahsusa bilinenin aksine bir istihbarat örgütü olmadığını, amacının “Osmanlı Devleti’nin ilgi ve etki alanında bulunan siyasi otoritelere karşı ayaklanmalar başlatarak veya mevcut ayaklanmaları körükleyerek düşmanı askeri, siyasi ve ekonomik olarak zayıflatmak” olduğunu söylüyor.
İstihbarat tarihçisi Dr. Polat Safi ile yerli ve yabancı arşivler yanında daha önce yayımlanmamış MİT Arşiv vesikaları kullanarak hazırladığı yeni kitabı Milli İstihbarat Teşkilatı ekseninde Türk istihbarat dünyasının 200 yıllık serüvenine kısa bir yolculuk yaptık.
İstihbarat tarihi çalışmak, konunun doğası gereği malzemenin kıt olduğu bir alan. Siz bir tarihçi olarak bu sahada çalışmaya nasıl cesaret ettiniz?
İşin aslı, yüksek lisans tezimi yazmaya başladığımda istihbarata dair kaynakların oldukça sınırlı olduğunu düşünüyordum. Fakat şu anda, mülga Genelkurmay ATASE Arşivi’nde yaptığım araştırmalarda en azından geç Osmanlı dönemi için kaynak malzemenin hayli fazla olduğunu fark ettim. Sadece ATASE’de değil, Türkiye’de ve dünyadaki birçok arşivde benzer kaynaklar bulunuyor. Aslında, istihbarat tarihiyle ilgili temel sorun, kaynak malzemenin eksikliğinden çok, bu malzemeye erişimdir. Çünkü istihbarat ve benzeri konular, her şeyden önce güvenlik alanının bir parçası olarak görülüyor ve bu anlayış, malzemeye ulaşmayı oldukça zorlaştırıyor.
İstihbarat tarihi denince aklımıza önce “Teşkilat-ı Mahsusa” geliyor. Teşkilat-ı Mahsusa gerçek anlamda bir istihbarat örgütü müydü?
2012’de tamamladığım doktora tezinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde inceledim ve şu iddiayı ortaya koydum: Teşkilat-ı Mahsusa, ne bir istihbarat örgütü, ne bir casusluk birimi ne de bir çeteler birliği olarak algılanmalı; Teşkilat-ı Mahsusa, ismiyle müsemma bir erken dönem gayrinizami harp örgütü. Amacı da Osmanlı Devleti’nin ilgi ve etki alanında bulunan siyasi otoritelere karşı ayaklanmalar başlatarak veya mevcut ayaklanmaları körükleyerek düşmanı askeri, siyasi ve ekonomik olarak zayıflatmak ve I. Dünya Savaşı’nın sonucunu belirleyecek Avrupa savaş sahasına kaynak aktarımını engelleyerek Osmanlı-Alman periferik savaş stratejisine katkıda bulunmak.
ABÜLHAMİD’İN YETERİNCE SEBEBİ VARDI
Buradan biraz geriye gidersek: II. Abdülhamid’in modern Osmanlı istihbarat paradigmasının kurucusu olduğunu söylüyorsunuz. Bunda Abdülhamid’in meşhur evhamının payı ne kadardır?
II. Abdülhamid aşırı şüpheciydi, evet, ancak bunun arkasında yeterince sebep olduğu kanaatindeyim. Düşünebiliyor musunuz, 1859 yılında babanız Sultan Abdülmecid’e karşı gerçekleştirilen bir isyan ve suikast teşebbüsüne şahit oluyorsunuz. Amcanız Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesini şahit oluyor, Feriye Sarayı’ndaki odasında bilekleri kesilmiş halde bulunduğunu öğreniyorsunuz. Amcanızın yerine geçen ağabeyiniz Sultan V. Murat’ın adım adım akıl sağlığını kaybettiğini görüyorsunuz ve tahta geçtiğinizde Ali Suavi’nin sarayı basarak V. Murat’ı tekrar tahta çıkarmak için giriştiği teşebbüsten son anda kurtuluyorsunuz. Üstelik, Scalieri-Aziz Bey Komitesi’nin V. Murat’ı kaçırma girişimini, bir ihbar sayesinde engelliyorsunuz. Demek istediğim, II. Abdülhamid’in şüpheci olması için yeterince sebep vardı. Ancak, onu modern Osmanlı istihbarat paradigmasının kurucusu yapan, şüpheciliğinden ziyade, 19. yüzyıldan, hatta 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren imparatorluğu daralmaya götüren koşullar, kamuoyunun gelişmesi, teknolojinin ilerlemesi, muhalefet hareketlerinin ortaya çıkması, Avrupa emperyalizmi, Rus yayılmacılığı ve tetikleyici etmen olarak 93 Harbi’nin, yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yıkıcı etkileridir.
MİLLİ MÜCADELE’DE İSTİHBARATIN ROLÜ
Cumhuriyet’in 100. yılındayız. Milli Mücadele’nin kazanılmasında istihbarat faaliyetlerinin rolünü merak ediyorum, hangi örgütler ön plana çıkıyor?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Milli Mücadele’nin kazanılması için istihbarat birimleri ve yeraltı örgütleri olmazsa olmazdı. Bu örgütler, Kurtuluş Savaşı’nda hayati bir rol oynadılar. Ancak, üzerine ne kadar yazılıp çizilse de, bu örgütlerin tümüyle anlaşıldığını ve bütünlüklü bir şekilde görülüp değerlendirilebildiğini düşünmüyorum. Esasen bu örgütleri üçe ayırmak mümkün. İlk olarak yeraltı birimlerinden bahsetmek gerek. Bu birimler arasında Karakol, Mim Mim ve Felah gibi önemli gruplar bulunuyor. Bu gruplar genellikle işgal altındaki İstanbul’da, düşmanın içinde hareket ediyorlardı. Yurtdışında da Teşkilat-ı Mahsusa tipi bir yapılanma mevcuttu. Bu yapılanma, Enver Paşa tarafından kurulan İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı idi. Fakat söz konusu birimler bunlarla sınırlı değildi. Bir de milli örgütlenmenin Ankara’da yeşermesiyle birlikte yeniden kurulan askeri istihbarat birimleri vardı. Bunlar içinden, II. Abdülhamit döneminde kurulan ve iniş çıkışlarla faaliyetlerine devam eden 2. Şube’nin önemli bir rol oynadığını belirtmek gerek. Ayrıca yine bu dönemde Ankara’ya bağlı orduların kendi istihbarat birimleri bulunuyordu ve tüm bunların yanı sıra Askeri Polis Teşkilatı ve devamı olarak kurulan Tetkik Heyeti Amirlikleri gibi kontrespiyonaj birimleri de mevcuttu. Milli Mücadele’deki istihbarat faaliyetlerinin üçüncü ayağını ise savaş alanı dışında faaliyet gösteren emniyet istihbarat birimleri oluşturuyordu.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Türk istihbaratında yeni bir dönem başlıyor ve 1926’da gizli bir kararnameyle Milli Emniyet Hizmeti (MAH) kuruluyor. Osmanlı tecrübesini göz önüne aldığımızda MAH, istihbarat faaliyetlerini nasıl bir refleksle yürütüyor?
19. yüzyıldan itibaren Osmanlı istihbaratının reaktif bir karaktere büründüğünü ifade edebiliriz. Devletin tehdit algısı ve güvenlik atmosferi, istihbarat faaliyetlerinin büyük ölçüde dış etkenler tarafından belirlenmesine sebep oluyordu. Planlı bir faaliyet veya proaktif bir tutum açıkça görülmüyordu. Ancak, Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti’nin kurulmasıyla birlikte reaktif karaktere, savunmacı bir operatif yaklaşım eklendi. Peki, neden? Çünkü Mustafa Kemal (Atatürk) ve Cumhuriyet’in kurucuları, İstiklal Harbi ile elde edilen kazanımları korumak ve yeni rejimi konsolide etmek istiyorlardı. Bu amaçla, mevcut ve potansiyel tehdit ve riskleri analiz etmeye başladılar ve savunmacı bir zeminde faaliyet göstermeye başladılar.
Emekli istihbaratçıları okusunlar
Kitapta “istihbarat tarihi okuryazarlığı”ndan bahsediyorsunuz. Dizilerde, filmlerde, kitaplarda ya da sosyal medyada inşa edilen hikayelerden çok etkileniyoruz sanırım. Bunu en iyi siz bilirsiniz: Kuşçubaşı Eşref efsanesini bitiren isimsiniz çünkü. Sağlıklı bir “istihbarat tarihi okuryazarlığı” için sizin yazdıklarınızı okumak dışında neler tavsiye edersiniz?
İstihbarat tarihi meraklıları, kitabımda her bölümün sonunda verdiğim okuma listelerine göz atabilirler. Bu listelerde kabaca 19. yüzyıldan günümüze kadarki döneme ilişkin bazı önemli kaynakları bulabileceklerdir. Bunların yanı sıra, klasik Osmanlı dönemi için Emrah Safa Gürkan’ın Sultanın Casusları kitabını tavsiye ederim. Ayrıca tarih okumalarını Türkiye’deki emekli istihbarat profesyonellerinin yazdığı kitaplarla desteklemelerini öneririm. Okumalarını genişletip dünya istihbarat tarihine dair bilgi edinmek isteyen meraklılar da, dizi editörlüğünü hasbelkader benim üstlendiğim, Kronik Kitap’ın “Gizli Teşkilatlar Serisi”nden çıkan, Christopher Andrew’un Gizli Dünya: Dünya İstihbarat Tarihi kitabına bakabilirler.
2010’dan sonra oluşan yeni paradigma
Kitabınızda 2010’dan sonraki süreci “derin devrim” olarak adlandırıyorsunuz. Tarihten günümüze geldiğimizde 2010’dan sonra istihbarat anlayışında nasıl bir değişme oluyor?
Malum, 2010’ların başında gerçekleşen Arap Baharı ile Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da tüm dengeler altüst oldu. Bu coğrafyalardaki istikrarsızlık güvenlik ve dış politika refleksleri yanında istihbarat paradigmasının gözden geçirilmesini zorunlu kılıyordu. Yeni tehditlere savunma, güvenlik ve istihbarat alanındaki teknolojilerin yarattığı baş döndürücü gelişmelerin eklenmesi, istihbaratta dönüşümü zorunlu kılan bir diğer etkendi. Diğer yandan, yurtiçinde güvenlik bürokrasisiyle sivil otorite arasındaki ilişkinin bu süreçte daha sağlıklı yürümesi, MİT’in yapmak istediği reformlar için görece bağımsız hareket edebileceği bir zemin oluşturuyordu. Bu unsurlara eski MİT Başkanı Hakan Fidan’ın etkin liderliğinin de eklenmesiyle MİT’te modern istihbarat tarihimizdeki anlayış ve güzergahlardan keskin şekilde ayrılan yeni bir paradigma oluşmaya başladı.
Nedir bu paradigma?
Bu dönemde MİT, yüzünü büyük oranda dışarıya çevirdi ve aynı anda akıllı bir dönüşümü hayata geçirdi. 2010-2014 yılları arasında idari, hukuki, mali, teknik ve personelle ilgili konularda altyapı çalışmaları yapıldı. Böylece MİT, dış istihbarat, milli savunma, terörle mücadele, uluslararası suçlar ve siber güvenliği kapsayan alanlarda etkin mücadele edebilecek bir sistem mimarisine kavuşuyordu. Yeni mimaride teknik istihbarat bir destek unsur olmaktan çıkıyor ve ana faaliyet alanı haline dönüşüyordu.
2014’ün ikinci yarısına gelindiğinde yeni sistem artık yeni şartlara hazır haldeydi. Dönüşüm çalışmaları 2018 yılına kadar devam edecek olsa da MİT bu dönemde ön plana çıkan terör örgütleri, vekil güçler ve Türkiye ile çeşitli seviyelerde yolları kesişen bölgesel ve küresel aktörler ile mücadele içinde olacaktı. 2019’dan günümüze uzanan süreci ise MİT açısından stratejik açılım dönemi olarak değerlendirmek mümkün. Bu dönemde MİT, elde ettiği tecrübeyi Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya gibi üçüncü kuşakta ciddi kazanımlara çevirmiştir. Dahası, Afrika Boynuzu ve Sahraaltı Afrika gibi coğrafyalarda faaliyetler icra etmeye başlamıştır. Bu faaliyetler jeostratejik anlamda Türkiye’nin elini güçlendirirken, ekonomi, ticaret ve enerji alanlarında da kullanabileceği opsiyonları sürekli artırmaktadır.
Halil Solak, Yeni Şafak, Temmuz 2023
Habere ulaşmak için tıklayın.