HESAP LÜTFEN – HÜRRİYET PAZAR

Vedat Milor: Ev yerine şarap aldığım için sigortacı ruh sağlığımdan şüphe etti

Ülkemizin en ünlü gastronomi yazarı Vedat Milor hem bir ekonomist hem de bir sosyolog. Yeni yayımlanan ‘Hesap Lütfen!’ adlı kitapta da okur olarak Milor’un sosyolog yönünden epey yararlanıyoruz. Gazeteci Nurhak Kaya’nın nehir söyleşi olarak hazırladığı kitapta çok yönlü bir aydının hayata, topluma ve birey olmaya dair görüşlerini kendi yaşam tecrübeleri eşliğinde okuyoruz… Sayfaları adeta yutarken “Evet yaaa, ne kadar doğru” hissiyatıyla küçük aydınlanmalar yaşıyoruz… Hürriyet Ekler’in yazarı Milor’la kitap kadar samimi bir söyleşi yaptık.

Bu hafta raflarda yerini alan ‘Hesap Lütfen!’ gazeteci Nurhak Kaya’nın Vedat Milor’la, yaşamın çeşitli alanlarına dair yaptığı çok kapsamlı bir nehir söyleşi, Milor’un görgü ve bilgisini samimiyetle aktardığı bir başucu kitabı…

ABD’de yaşayan yazarımızı yeni kitabı hakkında söyleşmek üzere aradığımda orada öğlendi ve yemekteydi. Hemen “Ne yiyorsunuz” diye sordum merakla. İncecik bir dilim kızarmış ekmek üzerinde avokado ezmesi ve onun üzerinde turp dilimleri, yanında da birkaç çilek yemekteydi. İnsan bu ‘hafif’ menüye şaşırıyor haliyle… Meğer birkaç gün içinde ailece ‘bol yemekli’ bir New York seyahatine çıkacaklarmış, öncesinde hafif beslenmeye çalışıyormuş. Bu görüşmemizden hemen sonra Instagram’da, seyahatinden videolar paylaşmaya başlayan Vedat Milor’un uzun saçlarıyla ilgili esprili videosu da pek konuşuldu. Ben de röportaja bu soruyla başladım…

Vedat Bey, eşiniz atkuyruğuna karşıymış! Takipçilerden destek istemişsiniz… Twitter’da da esprili bir tarzınız var. Sosyal medyayla ilişkiniz nasıl?

Bizim gibi ülkelerde en güçlü diyalog türü birçok nedenden ötürü hiciv. Elbette bunun gerisinde yapmak istediğim şey bazı ciddi gerçeklerle ilgili… Ama bu gerçekleri dile getirmenin, dikkat çekmenin, düşündürmenin en iyi yolunun hiciv olduğunu düşündüm. Buna çok iyi cevap verenler var. Takipçilerin bazılarıyla aramda ortak bir dil oluştu artık. Onlar da anlıyor ve hicve hicivle cevap veriyorlar. Güzel bir topluluk oluştu.

YÜZDE 90, AZİZ NESİN’LİK

Saç konusunda ne dersiniz?

İnsanımız her şeyden çok fiziksel özelliklere dikkat ediyor. Toplumumuzun yüzde 90’ı tam Aziz Nesin’lik! Ben de insanların eğlendiğini görünce eğleniyorum. Elbette pandemiden dolayı saçımı kestiremedim. Şimdi de hoşuma gitti, böyle duruyor. Zamanı gelince kestireceğim. Çünkü bazen sabahları önümü göremiyorum saçlardan! Her gün uyanınca aynı yüzü görmekten sıkılmıştım aslında, böyle farklı bir yüz gayet hoş, matrak oldu. Şu an ev halkı da beğeniyor saçımı. Eşim dövmeye ve atkuyruğuna karşı. Dövme konusunda beni ikna etti ama atkuyruğu konusunda aile içinde tartışma bütün hararetiyle devam ediyor. Yani konu uzatmalara kalacak gibi!

‘Hesap Lütfen!’ hayata dair tecrübe ve fikirlerinizi samimi şekilde paylaştığınız bir Kitap… Zorbalıklardan bahsettiğiniz bölüm çok ilgimi çekti. Örneğin, bizde bir ‘hayır’ deme problemi vardır. Bu konuyu nasıl yönetebileceğimizi çok güzel ifade etmişsiniz. Kişisel alanımıza girilen durumlarda kibarca ‘Hayır’ diyorsak ve birileri buna bozuluyorsa bu artık onların problemi. Yaşla birlikte kişi kendini daha iyi tanıyıp net olabiliyor sanırım…

Kesinlikle öyle. Tabii ki bazı şeyler pat diye olmuyor. Bu dediğiniz doğuştan gelen bir özelliğim değil ama yaşayarak gördüğüm ve sonradan geliştirdiğim bir özellik. Çünkü aksi takdirde kendiniz zarar görüyorsunuz. Yani insanların aslında umurunda değil…

ZORBALIĞIN SINIRI YOK!

Lisede arkadaşlarınızla aranızı iyi tutabilmek için babaannenize her gün 5 şişe portakal suyu sıktırdığınızı anlattığınız bir hikâye var. Bayağı zorbalığa maruz kalmışsınız…

Çok önemli bir hikâye o gerçekten. Erken yaşta aldığım hayat derslerinden biri… Ve aslında orada o psikoloji yüzünden iki kez kalp krizi geçirmiş, 60 yaşını geçmiş bir kadına da haksızlık etmiş oluyordum. Şımarık, bacak kadar çocukların hizmetçisi durumuna düşmüş oluyordu babaannem. Sonra birden kestim okula portakal suyu götürmeyi. Zorbalığın sınırı yok çünkü.

Özgüvenle ilgili, 19 yaşında yaşadığınız bir duygusal hikâye var. Arkadaş grubunda, aslında hoşlandığınız ama o size yaklaşmaya çalıştığında terslediğiniz bir kız, sonra size hiç yaklaşmamış. Yıllar sonra karşılaştığınızda da o zaman sizden hoşlandığını anlatmış…

Bazen utangaçlık ve özgüvenin olmaması, kırıcı bir şeye dönüşebiliyor. Aslında sorun sizde fakat bunu başkasına yansıtıyorsunuz ya da onu gereksiz yere kırıyorsunuz. Oradaki benim haleti ruhiyem… Yani “Böyle bir kız benimle birlikte olmak istemez, ancak alay eder” gibi şeyler düşünüyorsunuz mesela. Çünkü öyle bir şey olmuştu. Daha 16 yaşında değildim. Ailemle seyahat ediyordum, Türkiye dışına çıktık bir gemiyle. Orada havalı kızlar vardı. Birine çekinerek yaklaşmıştım, işte “Çok güzelsiniz, sizinle arkadaşlık etsek” gibi bir şey dedim. O da bana “Sübyan, aynaya bak” dedi. Normal aslında.

19 yaşında bir kız tutup da 15 yaşında bir çocuğa ilgi duymaz tabii. Ama çok bozulmuştum. Şimdi düşününce, ikinci olayda hâlâ onun korkusu devam ediyordu.

Sonra ne zaman ‘açılmaya’ başladınız?

‘Şu gün’ diye bir şey yok tabii ama lise sonda ilk ciddi flörtüm oldu. Sonra da yavaş yavaş… Yani beğenildiğini, ilişki kurabildiğini görünce insanın güveni geliyor.

Belli ki eşinizle çok özel bir ilişkiniz var. O elektronik mühendisi, nasıl tanıştınız?

Ben doktoramı bitiriyordum o sırada. Berkeley öğrenci kenti olduğu için her yerde gençlerin toplandığı, çalıştığı kafeler vardır. Arkadaşımla bir kafede oturuyordum. Tanıdığım başka bir kızla birlikte Linda geldi. Ellerinde kitaplar falan… “Buyurun, bizim masada oturun” dedik. O şekilde tanıştık. Saat geç olunca “Bir yere gidip bir şeyler içelim mi” dedik. Kızlar sezgisel olarak anlıyor tabii. Benim odak noktam Linda’ydı daha çok, “Ben gelirim” dedi. Gittik, konuştuk. Sonra telefonlarımızı aldık. Öyle gelişti yani. Aradım, tenis oynamaya davet ettim.

O sırada yurtta kalıyordu. Yurtta da yemekler 19.00’da bitiyor. Tenis biraz uzadı, saat 19.00’u geçti. Ben de “Yemeği kaçırdın. İstersen yemeğe çıkalım” dedim. Kabul etti. Biraz tuzak kurmuştum kendimce tabii, özellikle saatten bahsetmedim.

YEMEK YAPAMAM, HAYIR

Eşinizi de yemekle tavladınız!

Ama alakası yok yani, farkındaymış zamanın, o da onu bekliyormuş. Tanıştığımızda gastronomi ikimizin de önceliği değildi. Büyük ölçüde birlikte gelişti damak zevkimiz.

Siz evde yemek yapar mısınız?

Yapmam, hayır. Yeteneğim yok. Ama çok güzel fikir veririm. Eşimin de işi çok yoğun. Emek yoğun yemekler yapmaz ama mesela balığı çok iyi pişirir, kurutmadan… Genelde evde daha basit yeriz. Birlikte seyahat etmeyi çok severiz. Yoğun çalışanlar, gündelik hayat içinde birlikte vakit geçirme şansı bulamıyor pek. Bir de her ne kadar dünyanın en güzel şeylerinden biriyse de çocuk sahibi olmak, birbirine ayırdığın zamanı azaltıyor. Bu açıdan seyahat etmek daha da önem kazanıyor. Ayrıca evde olsak bile zaman zaman hiç Yemek yapmayız. Çünkü kadının evde, mesela iki hafta yemek, ev işi yapmaması, bunları düşünmemesi lazım bence. Yani “Aman ben Vedat Milor’la evliyim, mutlu etmek için Fatma Hanım gibi mantı yapmayı öğreneyim” gibi bir kaygısı olmamıştır Linda’nın.

Kitapta kültür ve dünyaya bakış açısı olarak ABD’ye hiçbir zaman tam anlamıyla uyum sağlayamadığınızı söylemişsiniz. Eşinizle kültür farkını nasıl aştınız?

Yani kendisi de ABD’ye uymuyor bence. Çünkü ABD’de yaşayan aydınların birçoğu ABD’den mutlu değil. Genelgeçer sistemin çok dışındalar. Linda da öyle. Bir de belli bir zekâ düzeyinde olduğunuz zaman o toplumdan bir yerde soyutlanıyorsunuz. Bunu övünmek gibi falan söylemiyorum ama.

Toplumsal dayatmalara boyun eğmediğinizi söylüyorsunuz…

Hiçbir zaman toplumun etkisini üzerimde hissetmedim. Hissettiğim an kendimi çekiyorum zaten.

ÖNEMLİ OLAN YÜKSEKTEN ATMAMAK

Gastronomi kültürüyle ilgilenen birinin elitist görülmesi durumu var bir de… ABD’de vasat bir arabaya binerken ya da kirada otururken şaraba çok para vermeniz yadırganıyormuş. Öte yandan ülkemizde çok insan sizi sempatik buluyor bence. Sizce neden bu?

Aslında hiçbir zaman zengin olmadım ben. Sadece para harcama tercihlerim farklı. Ama şu da var, ben insanların tercihlerine de saygılıyım. Biri benim beğendiğim bir şeyi beğenmediğinde bunu hiçbir zaman kişisel almıyorum. Kendini bir konuda geliştiren herkes diğerlerini küçük görecek olsa kimsenin kimseyi beğenmediği, herkesin burnu havada dolaştığı çok komik bir toplum olur. Yani önemli olan ilgin varsa öğrenmeye çalışmak, yüksekten atmamak, bildiğinden daha fazla konuşmamak. O açıdan elit değilim hiçbir zaman. Açığım, saklamıyorum, bildiğim kadar bildiğimi söylüyorum. Bilmediğime bilmiyorum diyorum, konuşmuyorum o konuda. Belki insanlar bunu görüyor yani.

CANIM DEREOTLU BAKLA ÇEKİYOR

Pandemi yüzünden uzun süredir Türkiye’ye gelemiyorsunuz. En çok ne yemeyi özlediniz?

Tabii ki iyi kuzu severim, kalkana ve lüfere bayılırım ama canım bu sene en çok şöyle bol dereotlu güzel bir bakla çekiyor.

Başkalarıyla yemeğe gittiğinizde zorlandığınız noktalardan bahsetmişsiniz. Özellikle de şarap seçimi konusunda… Başka ne rahatsız eder sizi?

İyi bir lokantaya gittiğimiz zaman birinin diyette olduğunu söyleyip salata istemesi… “Sen bana bakma, istediğini söyle” diyorlar ama öyle olmuyor, yanındakinin de morali bozuluyor böyle bir durumda. Birlikteliği bozuyor yani. Bir de popüler bir lokantaya gittiğinde, yediklerini algılamaktan çok elde edeceklerini sandıkları statülere para harcayanlar var. Bu sayede de başkalarından geri kalmadıklarını düşünüyorlar. Bir yandan da kendileriyle barışık olmadıkları için hep ‘başkalarına göre eksik’ hissediyorlar.

AMACIM BİR FORMÜL VERMEK DEĞİL

Kitapla ilgili vurgulamak istediğiniz bir nokta var mı?

Kitabın amacı başkalarına formül vermek değil. Kitaptaki ve hayattaki bütün amacım ‘life style’ bayağılığından ve kolaycılığından uzak durmak. İnsanlar hep gurular arıyor kendilerine ve çok kolay manipüle ediliyorlar. Zaman zaman çok moda olan hayat koçluğu, kişisel gelişim kitapları bana çok bayağı geliyor. Hiç kimseye faydası yok. Tamamen bir çeşit sömürü ve kandırmaca. Ciddi sorunlara palyatif tedbirler… Ve dikkat ederseniz bu tip konularda söylenenler birbiriyle çelişiyor. Örneğin, iş konusunda sevdiğin işi yapacaksın, iş arkadaşlarınla dost ol, onlara karşı açık ol. Tamam güzel. Sonra ne oluyor, aleyhine kullanılabiliyor, açık vermiş oluyorsun. Çünkü söylendiği kadar basit değil bu işler. Basit formüller sunan bir kitap değil yani bu.

GAZETECİ NURHAK KAYA: HAYATI ANLAMLANDIRMAK İSTEYENLER İÇİN BİR YOLA ÇIKIŞ KİTABI

Nurhak Bey, projenin ortaya çıkışını  anlatır mısınız biraz?

İnsanlar kolay hayatlar yaşamıyorlar; her alanda zorbalara maruz kalıyor, yapay otoriteler tarafından korkutuluyorlar. Uğrunda yaşama arzusu taşıyabileceğimiz bir gaye bulamadıkça boşluğa düşüyoruz. Günü kurtarmak için anlık hazların peşinden gidiyor, hikâyenin sonunda, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarla baş başa kalıyoruz. Toplumun genelinde rastladığım bu sorunlara bir çıkış yolu üretmek için, 2019’da Vedat Milor’u aradım. Önerim, Milor’un da epey ilgisini çekmiş olacak ki; “İnsanların hayatına nasıl dokunabiliriz” diye düşünerek birlikte yola çıktık. Amacımız, yönünü bulamamış kişilere gerçekçi bir yaşam reçetesi sunmak, başka bir dünyanın da mümkün olabileceğini tecrübeler aracılığıyla aktarmaktı. Kişisel gelişimcilerin dayattığı sahte umutlara karşı; Erich Fromm’un, Bertrand Russell’ın, Henry David Thoreau’ün de yaptığı gibi, merkeze gerçekliği koyan bir dili benimsedik.

Bu kitabı neden okumalıyız?

Bu kitap; erdemli olma gayesi taşıyan, yaratıcılığı önemseyen, hayattan keyif almak isteyen, ilişkilerinde içtenlik kaygısı güden, başkalarına ve herkesten önce kendine saygı duymak isteyen insanlar için bir köprü, kendini tanımak için bir vesile, hayatı anlamlandırmak isteyenler için bir yola çıkış kitabı.

Vedat Bey çok yönlü bir aydın. Sizi en çok etkileyen tarafları neler oldu?

Çocukluğumdan itibaren bana yol gösteren, yargılanmadan öğrendiğim dostlarım, büyüklerim oldu. Vedat Bey de bu güzide insanlardan. Psikiyatr Carl Gustav Jung “Kuramları iyi öğren ama yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onları bir yana bırak” der. Milor bu anlamda hem kuramlara yeterince hâkim hem de yaşayan ruhun mucizesine dokunabilen, hayatın içinde, şahsına münhasır bir aydın.

KİTAPTAN BİR BÖLÜM…

“Özellikle şarap için çok para harcamışımdır. Öyle ki Dünya Bankası’nda ilk çalıştığımda elime geçen paranın hemen hemen üçte ikisini şaraba yatırmıştım. Çünkü bekârdım ve fazla harcama yapmıyordum. Daha sonra şaraplarımı sigorta ettirmeye çalıştım. Ama ilkin bunu da gerçekleştiremedim çünkü bunun için evvela bir ev sahibi olmak gerekiyordu. Ben kirada oturuyordum, ev alacak param da yoktu. Ev almak için yüzde 20’yi önceden kapora olarak vermek gerekiyor. O yüzde 20’yi biriktirecek durumda değildim, çünkü şaraba harcıyordum. Kısırdöngü. Sigortacı bu işe çok şaşırmıştı. ‘İlk defa bu kadar pahalı şarapları olup da 1.000 dolarlık bir evde oturan birini görüyorum’ demişti. ‘Bu gerçekten klinik bir vaka!’ diye de eklemişti ve öyleydi hakikaten.”

Melis Çalapkulu, Hürriyet Pazar, Mayıs 2021

Habere ulaşmak için tıklayın.

BÜLTEN