500 yıl öncesinden bugüne: Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası
“Leh yazar, hekim, astrolog ve din adamı Maciej Miechowita’nın 1517’de kaleme aldığı Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası, alanında bir ilk ve uzun yıllar başvuru kaynağı olması açısından tarih kitapları arasında önemli bir yere sahip. Bazen gerçeklerle örtüşen bilgiler, bazen de rivayetler okuduğumuz Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası’nın bir başka özelliği de yazarın her halkın geçmişini Nuh’un üç oğlundan birine dayandırması. Hümanist tarzın bir parçası olan bu tavrı Maciej Miechowita’da da görüyoruz.”
Leh yazar, hekim, astrolog ve din adamı Maciej Miechowita, 16. yüzyılda görmezden gelinen ya da yalan yanlış bilgilerle anlatılan Doğu Avrupa’nın tarihî coğrafyasını anlatan bir kitap yazar. Miechowita’nın 1517’de kaleme aldığı Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası, alanında bir ilk ve uzun yıllar başvuru kaynağı olması açısından tarih kitapları arasında önemli bir yere sahiptir.
Dünyanın tarih boyunca geleni gideni, kısa veya uzun bir dönem küçük veya büyük bir yerinde egemenlik kuranı bol bölgelerinden biri olan Doğu Beş yüz yıl önce yayınlanan Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası kitabının yazarı Maciej Miechowita, 1457 yılında Krakov Voyvodalığı’na bağlı küçük bir kasabada, yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğar. Çocukluğu hakkında elimizde herhangi bir bilgi bulunmaz ama 16 yaşındayken Krakov’a gelip üniversiteye kaydolduğunu bilmekteyiz. Dönemin Avrupası’nın önemli kentlerinden biri olan Krakov, aynı zamanda kıtanın önemli bir üniversite merkezidir.
Kitabı Türkçeye çeviren Berrin Kalyoncu onun önce felsefe öğrenimi gördüğünü, ardından tıp bilimine yöneldiğini ifade ediyor. 1476 yılında üniversiteden mezun olan, yüksek ihtisasını tamamladıktan sonra da yurtdışına giderek Prag ve Floransa gibi üniversitelerde çalışan Miechowita, 1485 yılında yeniden Krakov’a döner ve kısa süren bazı seyahatler hariç kentten hiç ayrılmaz. Kalyoncu onun üniversitedeki faaliyetleri hakkında şu bilgiyi verir:
“En parlak dönemi, belli aralıklarla rektör olarak seçildiği ve iki yıl süreyle şehrin en şerefli görevlerinden olan Krakov Piskopos Yardımcılığı ve daha sonra da Başpiskopos olarak görev yaptığı 1501 ve 1519 yılları arasındaki on sekiz yıllık dönemdir. (…) Hem akademik unvanından hem de piskopos yardımcılığından aldığı gücünü kullanarak üniversite bütçesini büyüttü, ekonomik durumu nispeten iyi olmayan eğitim kurumlarına büyük katkılar sağladı.”
Özellikle astronomi ve tıp bilimi üzerine yaptığı çalışmalarla ünlenen Miechowita, bir dönem Leh Kralı I. Zygmunt’un ve Çek-Macar Kralı Wladyslaw’ın saray hekimi ve astrologu olur. Bu yıllarda tıp ve tarih konularında çalışmalar kaleme alır. Tıp alanında özellikle vebayı önlemek, kan alma yöntemleri, hijyen ve göz hekimliği konularındaki yayınları üniversitelerde büyük ilgi görür. Tarih alanında ise elimizdeki kitap dışında Lehistan Yıllığı (Chronica Polonorum) isimli bir kitabı daha bulunmaktadır. Miechowita, 1523 tarihinde Krakov şehrinde yaşamını yitirir.
Miechowita’nın Türkçede Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası ismiyle yayınlanan “İki Sarmatya: Avrupa Asya Sakinleri Hakkında Tetkikat” (Tractatus de Duabus Sarmatiis) başlıklı eseri ilk kez 1517 yılında, Krakov’da yayınlanır. Büyük ilgi gören çalışma uzun yıllar başvurulan bir kitap olmuştur. Geçerken belirtelim, Sarmatya antikçağ yazarlarının Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan bölgeye verdikleri addır.
Olomouc Piskoposu Stanislav Thurzo’ya hitaben yazılan bir mektupla başlayan kitap iki bölümden oluşuyor. Yazar, mektubunda bugüne kadar pek çok yazarın “Sarmatya’ya karşı ya sessiz kaldıklarını ya da burayı gözden kaçırdıklarını”, buralar hakkında hurafelerden öte bir şey anlatılmadığını belirterek, kendisinin bu yanlış bilgileri reddettiğini ve Sarmatya hakkında doğru bilgiler vermeyi amaçladığını ifade ediyor.
Çalışmanın ilk bölümünde Miechowita, Sarmatya hakkında şu bilgiyi veriyor:
“Eskiler, birbirine komşu ve bitişik olan Sarmatya’yı biri Avrupa ve diğeri Asya olmak üzere ikiye ayırdılar. Avrupa Sarmatyası, Ruslar veya Rutenler (Ukraynalılar), Litvanlar, Moskoflar ve onlarla hemhudut yaşayan halkların ikamet ettiği, batıda Vistul Nehri ile doğuda Don Nehri arasında kalan alanı kapsar. (…) Asya Sarmatyası ise batıda Don Nehri’nden başlayarak doğuda Hazar Denizi’ne kadar uzanan ve günümüzde hâlâ birçok Tatarın yaşadığı bölgedir.”
Kitapta daha sonra Tatarların (Moğolların) ilk ortaya çıkışı ve Tatar istilası anlatılıyor. Rivayete göre kralları Davud’u öldürüp kuzey halkını kırdıktan sonra Hindistan’ın eteklerinden Kıpçaklara gelen Tatarlar, Kıpçaklarla yapılan savaşları kazanarak batıya doğru ilerler ve Rus topraklarına girerler. Geçtikleri yerleri tarumar ederek ilerleyen Tatar (Moğol) ordusu sonunda 1240 yılında “kuruluşundan bu yana en geniş şehir olan, Rusların görkemli başkenti Kiev’e ulaşır” ve sağlam kapılara, kulelere sahip, üç yüzü aşkın görkemli kilisesi olan bu şehri harabe haline getirir. İlerlemeye devam eden Cengiz Han’ın torunu Batu, komutanlarından birisini büyük bir orduyla Lehistan’a gönderir, Lehlilerin dediğine göre Moğollar, “Lehistan’da, Silezya’da ve Moldovya’da taş üstünde taş” bırakmazlar. Krakov’a ulaştıkları zaman halkın şehri terk ettiğini görünce öfkelenerek kiliseleri ve evleri ateşe verirler. Daha sonra Macaristan’a sefer düzenleyen Batu, Peşte’ye kadar gelir ve burayı da aldıktan sonra Tuna Nehri’nin karşı kıyısına geçer. Yolunun üzerindeki Eflak ve Boğdan’ı da topraklarına katarak ülkesi Tataristan’a (Volga’daki merkezi) geri döner.
Miechowita, bu olaylar durulunca Papa’nın Moğollara elçiler gönderip onları Hıristiyanlığa davet ettiğini, fakat Moğolların Hıristiyanlığı değil, İslam’ı kabul ettiğini ifade ediyor. “Sarassin (Müslüman, Hıristiyan olmayan herkes) yasasının mağrur insanları alaşağı ettiği, alçakgönüllü insanları vergiye bağladığı ve diğer tüm dinleri silah gücüyle yendiği için kendi çıkarlarına daha uygun ve tatmin edici” olduğunu söylüyor yazar…
Kitapta Tatarların seferlerin anlatıldıktan sonra, gelenek-görenekleri ve Tatar ülkesinde bulunanlar hakkında bazı bilgiler de yer alıyor. Orta boylu, geniş omuzlu, güçlü ve cesur, açlığa, soğuğa ve sıcağa dayanıklı bu insanlar, ayrıca küçük yaşlardan itibaren okçuluğa ve biniciliğe başlıyor. Göçebe bir halk, yalnızca darı ekip biçiyor ve darıdan yemeklik yani hamur yapıyorlar. Buğdayları ve sebzeleri olamamakla beraber, çok sayıda küçük ve büyük baş hayvanları, özellikle binek için kullandıkları ve yemek için istifade ettikleri atları ve kısrakları var. Aynı zamanda at sütünden yaptıkları bazı içecekleri bulunuyor. Huylarına gelince, Miechowita şunları söylüyor:
“Birbirinden çalıp çırpmazlar, yapıldığı takdirde müsamaha göstermezler. Ancak komşularını soyup perişan etmek onlar için zevk kaynağı ve yiğitlik göstergesidir. Ne zanaat bilirler ne de paradan haberleri vardır. Takas yöntemini kullanırlar, birbirlerine karşı dürüstken, yabancılara karşı kurnaz ve haindirler. (…) Ülkeleri, dağın ve ormanın olmadığı, sadece otlarla dolu bir düzlükten ibarettir.”
Yine aynı bölümde, yazar Müslüman olmayan Kalmuklar ve Hıristiyanlığı benimsemiş Çerkesler ve Abhazalar hakkında çeşitli bilgiler veriyor.
Kitabın ilk kısmının ikinci bölümün alt başlığı, “İskitya’da Tatarlar adıyla anılan hangi boylar ve hangi halklar yaşar?” Yazar, Moğolların 306 sene önce buraya geldiklerini, onlardan önce burada komşularının Kıpçak olarak adlandırdıkları Gotların yaşadığını ifade ediyor. Ancak Tatarların gelmesiyle topraklarından ayrılmak zorunda kalan Gotlar, başkalarının ülkelerine doğru ilerliyor ve Alanları, Roksalanları, Rusları ve Vandalları yerlerinden edip İstanbul’a kadar varıyorlar.
Bazen gerçeklerle örtüşen bilgiler, bazen de rivayetler okuduğumuz Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası’nın bir başka özelliği de yazarın her halkın geçmişini Nuh’un üç oğlundan birine dayandırması. Hümanist tarzın bir parçası olan bu tavrı Maciej Miechowita’da da görüyoruz. Örneğin, kimin nereden geldiği konusunda şöyle yazıyor:
“Vandal tarihini tam olarak anlayabilmek için Slav ırkının Yâfes oğlu Yavan ve onun oğlu Elişa soyundan geldiğini bilmek gerekir. Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes’tir. Yafes’in oğlu Yavan erkek kardeşleri arasında dördüncü çocuktur. Grekler, İyonya ve Ege havalisinde Yavan’dan türemiştir…”
Bu bölümde Osmanlı Türklerinden de söz eden Miechowita, Türklerin Çağatay Tatarlarından geldiğini söylüyor. Yazdıklarını okuyalım:
“Tatarların Got topraklarına gelişlerinin 90. yılında, büyük hana bağlı Osman ismindeki bir savaşçı… Bazı dargınlıklarından dolayı kırk süvarisini yanına alarak Tatarlardan ayrıldı. Kapadokya Bölgesi’nde dağlardaki münasip geçitleri gizlice ele geçirdi. Uygun zamanı ve yeri bulduğunda ise yağmaya (…) ayrıca bütün kavimlere saldırmaya başladı. (…) Osmanlı veya Türk soyu ondan intişar etmiştir. (…) Tatarca ana dilleridir. Ancak Tatar lehçesi Türkçeden biraz farklılık göstermektedir.”
Daha sonra, tahta geçen padişahlardan kısaca söz eden yazar burada bir yanlış yapıyor ve Fatih’in babası II. Murad’dan önce Mahmud adlı “olmayan birinin” tahta geçtiğini söylüyor. Bir başka vahim hata da Fatih’in Ayasofya’yı yıktığını iddia etmesi. Ancak çevirmen gerek önsözüyle gerekse metin içerisindeki notlarıyla yazarın bazı konularda içine düştüğü yanlışları düzeltiyor.
Doğu Avrupa’nın Tarihî Coğrafyası’nın ikinci kısmında Avrupa Sarmatyası tanıtılıyor. Anlatılan ilk ülke “bir zamanlar Roksalanya diye adlandırılan Rusya” fakat yazarın dönemindeki Rusya ile bugünkü Rusya’nın coğrafi durumu bir hayli farklı: “Rusya, sadece Kiev Rusyası’nın güneybatısını ihtiva ediyor. Moskova’ya tabi olmadığı gibi ona da dahil değildir ve güney kısmı olduğu kadar (Litvanya) batısı bile buraya ait değildir.” III. İvan’ın (1440-1505) prensliği zamanında Moskova ise, Doğu Avrupa’nın merkez ve kuzeydoğu bölgelerini kapsamaktadır ve yazarın Rusya dediği ülkenin doğu kenarı Asya’yı Avrupa’dan ayıran Don Nehri ve Azak Denizi’ne bitişiktir. Geniş bozkırlara ve verimli topraklara sahip ülke atlar, sığır ve koyun sürüleri bakımından zengindir.
Rusya’da yaygın olan pek çok inanç vardır. Katolik ve Ortodoks inancını benimsemiş Hıristiyanlar dışında kalabalık bir Musevi nüfus yaşamakta, ayrıca burada ticaretle uğraşan Ermeniler de bulunmaktadır. Ülkenin başkenti iki sağlam kalesi ve verimli topları olan İviv kentidir.
Miechowita, Rusya’dan sonra ülkenin batı komşusu Litvanya Büyük Dukalığı’nı tanıtıyor. Önce her zaman yaptığı gibi ülkenin eski tarihini anlatıyor. Bu satırlardan küçük, güçsüz bir halkın zaman içerisinde nasıl güçlenip büyüdüğünü ve pagan inancını terk edip Hıristiyan olduğunu öğreniyoruz. Dönemin Litvanya Büyük Dukalığı’nın toprakları Baltık ve Prusya denizlerinden Kırım sınırlarına kadar uzamaktadır. İlk ve başlıca şehri Vilnius, evlerin bağ ve bahçeler içinde inşa edildiği, iki kalesi bulunan bir kenttir. Yazar Krakov ile kıyaslayıp ondan daha büyük olduğunu söylüyor.
Köylülerin sofralarında elenmemiş çavdar ve kepekli arpadan yapılmış siyah ekmek bulunduğu, beyler ve devlet erkânı içinse saf buğdaydan yapılan çok lezzetli beyaz ekmek pişirildiği ülkede yabancı şarapbulunmuyor. Onlar da bal şarabı ve tahıllardan farklı yöntemlerle yapılan birayı içiyorlar. Ancak bu ülkenin tıpkı Moskova ve Tataristan gibi “insan satmak” geleneği bulunuyor: “Köleler bir hayvan gibi satılıyor.”
Kitabın son bölümünde Moskova Knezliği (Prensliği) hakkında bilgiler veren Miechowita, prensliğin geniş bir bölgeyi kontrol ettiğini, otuz bin soylu savaşçısı ve atmış bin köylüden oluşan güçlü bir orduya sahip olduğunu yazıyor. Prensliğin başkenti Moskova olup, binaları taştan değil ahşaptan; sokak aralarında ise alanlar bulunuyor. Şehrin ortasında yer alan taştan yapılmış kalenin içerisinde on altı kilise ve prens sarayı bulunuyor, kalenin altından Moskova Nehri akıyor. Litvanya’dan daha soğuk bu bölgenin büyük ve küçükbaş hayvanları daha ufak ancak insanları uzun boylu ve dayanıklı; su ve bal şarabı içiyorlar. “Sıklıkla sıcak tutan baharatlar tüketen, kendilerini soğuktan ve üşümekten kurtarmak için yulaftan kızgın bir sıvı veya ispirto yapıp” içen bu insanların şarapları ve bitkisel yağları bulunmuyor. Ayrıca prenslik ayyaşlığı önlemek için alkollü içecek bulundurma yasağı uyguluyor.
Rusça veya Slavcanın tek konuşma ve yazı dili olduğu ülkede Müslüman Kazan Tatarları hariç herkes Grek usulü inanca (Ortodoksluk) inanıyor. Sadece Moskova’nın ötesinde kuzeydoğu yönünde, esasen İskitya adı verilen Kuzey Asya kenarında yaşayanlar kendi putlarına tapıyorlar.
Yazar, kitabının son sayfalarında Kuzey Buz Denizi kıyısında yaşayan, çift sürmeyen, ne ekmekleri ne de paraları olan, ormanlarda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen, yün giysileri olmadığı için avladıkları hayvanların derilerinden, kürklerinden giyecekler yapan insanlardan, Ugorlardan bahsedip çalışmasını noktalıyor.
Ahmet Eken, T24, Temmuz 2022
Habere ulaşmak için tıklayın.